Bumerang - Yazarkafe
Ağlarım ağlatamam; hissederim, söyleyemem,
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzarım!
Oku şâyed sana bir hisli yürek lâzımsa
Oku, zîrâ onu yazdım iki söz yazdımsa.

Mehmet Akif ERSOY



22 Eylül 2015 Salı

Her Başı Secdeye Giden Müslüman Mıdır?

Bugünlerde birine başka bir insanın yaptığı kötülükleri, topluma verdiği zararları anlatıp onu o insana karşı uyarmaya çalıştığımızda şu cümleyi sıkça duyar olduk: "Ama adamın alnı secdeye gidiyor."
Peki, her alnı secdeye giden müslüman mıdır?
Kur'an-ı Kerim insanları mü'min, kâfir, münâfık olmak üzere üç grupta toplar (Bakara, 2/1-20) 
  • Mümin; Allah'a, Meleklere, Kitaplara, Peygamberlere, Ahiret gününe, Kaza ve Kadere inanan, bu inancında hiç bir şüphe taşımayan ve bunu diliyle de tasdik eden kimsedir. 
  • Kafir; iman esaslarını kalbiyle kabul etmediği gibi, bunu diliyle de açıkça söyleyen kimsedir.
  • Münafık ise; iman esaslarını kalbiyle kabul ve tasdik etmediği halde, inandığını söyleyen, içi başka dışı başka olan iki yüzlü kimselerdir. İnsanların en kötüsü onlardır.

Kur'an-ı Kerim insanların en kötüsü ve iki yüzlü olanı şeklinde tarif edilen münafıkların şu özelliklerinden söz eder:
  • İslâm toplumu içinde fesatçıdırlar. "Yeryüzünde fesat çıkarmayın, denildiğinde; 'Biz ıslah edicileriz.' derler."(Bakara, 2/9-13).
  • "O münafıkların dış görünüşlerine aldanma. Onların liderlerini gördüğün zaman, yakışıklıdır, gövdeleri hoşuna gider. Konuşurlarsa güzel konuşurlar, dinlersin. İşte onlar sıra sıra dizili kereste gibidirler. Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar." (Münafıkûn, 63/1-4).
Bununla beraber, hadislerde geçen münafık türü amelî (ahlâkî) yönden olan nifakı vurgulamaktadır. Peygamber Efendimiz (S.A.V.) münafıklıkla ilgili şöyle buyurmuştur: "Münafığın alâmeti üçtür:
  • Konuştuğu zaman yalan söyler, 
  • Vaad ettiğinde vaadinden döner, 
  • Kendisine bir şey emanet edildiğinde emanete hıyanet eder." (Tirmîzî, Îman, 14)
Bugün peşinden koştuğunuz bir insanı ya da çevrenizde size zararlı olduğu söylenen bir insanı yukarıda saydığımız Kuran'da ve hadislerde geçen kriterlere göre değerlendirerek o insanın müslüman mı münafık mı olduğunu az çok anlarsınız.
Münafık kelime kökü itibariyle nifak sokan anlamına gelmektedir. Bir insan toplumdaki insanlar arasına nifak yayıyor, insanları ötekileştiriyor ve kutuplaştırıyorsa bu insan da münafıklık alameti var demektir.
Bir insan bugün söylediğini yarın inkar ediyor, tam tersini söylüyorsa bu insanın ya ilk söylediği ya ikinci söylediği yalandır. Bunu çok sık yapıyorsa bu insan yalancıdır ve bu münafıklık alametidir.
Bir insan belli bir menfaat elde edene kadar, tabir-i caizse köprüyü geçene kadar size birşeyler vaad edip daha sonra, köprüyü geçtikten sonra size karşı o vaatlerini yerine getirmiyorsa bu bir münafıklık alametidir.
Bir insana maddi ya da manevi (makam, para vb.) bir şey emanet ettiğinizde o insan onu kötüye kullanıyor, kendisinin ve çevresinin menfaati gereği kuralsızca, yetkilerini aşarak kullanıyorsa o kişi o emanete hıyanet etmektedir ve bu bir münafıklık alametidir.
Bir insan tüm bunları yapıyor ama alnı secdeye de gidiyorsa bu münafıklık tanımına tam uymaktadır. Çünkü münafık, İslamiyeti kullanarak kendine ve çevresine yarar sağlayan kişidir. Zaten bu yüzden kafirden de aşağıdır, insanların en aşağısıdır. "Bu Müslüman" diyerek peşinden koştuğumuz insanların müslüman mı münafık mı olduğuna dikkat edelim.

Son olarak, "Her Başı Secdeye Giden Müslüman Mıdır?" sorusuna bir cevap niteliğinde olan, bir müslüman için en önemli rehber olan Kur'an-ı Kerim'deki Ma'un Suresinin Diyanet İşleri tarafından yapılmış olan mealini paylaşmak istiyorum:

Bismillâhirrahmânirrahîm. (Rahman ve Rahim olan Allah (c.c) adıyla)
1. Gördün mü, o hesap ve ceza gününü yalanlayanı!
2, 3. İşte o, yetimi itip kakan, yoksula yedirmeyi özendirmeyen kimsedir.
4.  Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki,
5.  Onlar namazlarını ciddiye almazlar.
6.  Onlar (namazlarıyla) gösteriş yaparlar.
7.  Ufacık bir şeyi bile ödünç vermezler.

Sadakallahul azim (Azim olan Allah ne güzel ne doğru söyledi.)

Selametle,

29 Haziran 2015 Pazartesi

İkiz Kuleleri İsrail mi vurdu?

11 Eylül 2001 tarihinde, Amerika Birleşik Devletleri'nde iç sefer gerçekleştiren dört yolcu uçağı kaçırıldı. American Airlines'ın 11 sefer sayılı uçuşu ile United Airlines'ın 175 sefer sayılı uçuşu, New York'ta bulunan Dünya Ticaret Merkezi'nin sırasıyla kuzey ve güney kulelerine çarptı. İki saat içinde 110 katlı her iki bina da çökerken, 7 Dünya Ticaret Merkezi'nin de arasında bulunduğu çevresindeki bazı yapılar yıkıldı ve bazıları hasar gördü. Kaçırılan 3. uçak, American Airlines'ın 77 sefer sayılı uçuşu, Virginia eyaletine bağlı Arlington County'de yer alan Amerika Birleşik Devletleri Savunma Bakanlığı karargâhı Pentagon'a çarptı. Saldırı sonucunda binanın batı cephesinin bir kısmı yıkıldı. Kaçırılan 4. uçak olan United Airlines'ın 93 sefer sayılı uçuşu ise Washington şehrini hedeflemişti. Ancak yolcuların uçağı kaçıranlara yaptığı müdahale sonrasında uçak, Pensilvanya eyaletindeki Shanksville yakınlarına düştü. Uçaklardaki 19 hava korsanı ve 227 kişi de dahil olmak üzere saldırılar sonucunda 2996 kişi hayatını kaybetti.

Peki, o günden bugüne dünyayı önemli derecede etkileyen bu saldırıyı kim, neden gerçekleştirdi?

Bu sorunun cevabı hakkında birçok komplo teorisi üretildi. Kimileri saldırıyı Usame Bin Ladin'in yani El-Kaide'nin gerçekleştirdiğini söylerken, kimileri de bu saldırının Amerikan hükümeti ve gizli servisleri tarafından uygulanan bir sahte bayrak operasyonu olduğunu, Amerikan hükümetinin Orta Doğu'ya ve Afganistan'a yönelik işgal faaliyetlerini meşrulaştırmak, ülke ve dünya kamuoyunun desteğini almak amacıyla düzenlediğini iddia etti ve buna benzer birçok iddia ortaya atıldı. Usame bin Ladin saldırıdan birkaç gün sonra yaptığı açıklamayla saldırıların sorumluluğunu reddederken, ancak 2004 yılında yayınladığı videoyla birlikte saldırıların sorumluluğunu kabul etti. Bu kadar önemli ve etkili bir saldırıyı gerçekten Usame Bin Ladin gerçekleştirmiş olsaydı, Usame Bin Ladin'in saldırıdan hemen sonra Amerika'ya ve tüm dünyaya vermek istediği bir mesajı olmaz mıydı? Ayrıca saldırının olduğu 11 Eylül 2001 günü Dünya Ticaret Merkezi'nde çalışan 4000'den fazla Yahudi çalışanın bir iddiaya göre tümünün bir iddiaya göre büyük bir kısmının o gün işe gelmemesi veya o anda binada olmaması normal miydi?

Peki, bu saldırıyı İsrail gerçekleştirmiş olabilir mi?

Uluslararası İlişkiler biliminde temel bir mantık vardır. Bu mantığa göre, meydana gelen bir olayın kimin tarafından yapıldığını anlamak için olaydan sonra bu olaydan kimin fayda sağladığına, kimin zarar gördüğüne bakılır ve bu mantığa göre, bu olayı çok büyük ihtimalle olaydan sonra bu olaydan en çok faydayı sağlayan tarafın gerçekleştirdiği kabul edilir.

11 Eylül olaylarına bu bakış açısıyla baktığımızda, dünyada bu olaydan en çok fayda görenin İsrail Devleti olduğunu, en çok zarar görenin ise başta Irak, İran ve Afganistan olmak üzere tüm İslam dünyası olduğunu söylemek mümkündür.

11 Eylül'den kısa bir süre sonra ABD, 11 Eylül saldırısını Usame Bin Ladin'in yaptığını ve Afganistan tarafından desteklendiği söyleyerek Afganistan'a savaş açtı. Ardından ABD ve İngiltere öncülüğündeki Koalisyon Güçleri Mart 2003'te literatürde Bush doktrini olarak da geçen "Önleyici Vuruş" stratejisi gereği Irak'a savaş açtı. İran'ın üzerindeki BM tarafından uygulanan başta silah ambargosu olmak üzere baskılar arttırıldı.

Böylece, İsrail tarafından büyük tehdit olarak kabul edilen İran ve Irak tabir-i caizse hizaya getirilmiş oldu. Ayrıca, 11 Eylül'den sonra Avrupa'da, özellikle Almanya'da önceden beri var olan "Yahudi Nefreti"nin yerini "İslamofobi" aldı. Başta Avrupa ve Amerika olmak üzere tüm dünyada "İslam Terörü" diye bir kavram oluştu. Böylelikle, İsrail hem hafızalarda var olan "Yahudi Nefreti"ni silmiş oldu, hem de Filistin'de yapmış olduğu ve yapmaya da devam ettiği zulmü meşrulaştırmış oldu. Çünkü önceden dünya Filistinlileri mazlum olarak görürken, 11 Eylül'ün etkisiyle artık onları "Müslüman Terörist" olarak görmeye başladı.

Peki, İsrail neden Amerika'nın başka bir yerini değil de Dünya Ticaret Merkezi'ni ve Pentagon'u vurdu?

İsrail'in vermek istediği soyut ve somut anlamları olan mesajlar vardı. Somut olan şudur: "Ben öyle bir gücüm ki istediğim taktirde dünyanın "Süper Gücü" olan ABD'yi bile can evinden vurabilirim." Bununla birlikte, bilindiği gibi Dünya ticaretinin çok büyük bir kısmı Yahudilerin elindedir. İsrail bu saldırıyla soyut olarak şunu da demek istemiştir: "Dünya ticaretinin büyük kısmı benim elimdedir. Eğer istediklerim yapılmazsa, istediğim zaman dünya ticaretini dolayısıyla dünya ekonomisini çökertirim."

Yukarıda da saydığım olaylardan açıkça anlaşılmaktadır ki, ABD bu mesajları çok net bir şekilde almış ve o tarihten sonra o şekilde davranmaya başlamıştır. İsrail'in her istediğini yapmıştır ve yapmaya da devam etmektedir. İsrail'in yaptığı en yanlış şeyleri dahi eleştirememiş, suskun kalmak zorunda kalmıştır.

25 Nisan 2015 Cumartesi

"Bana ne?!"ci Zihniyetin Sebepleri

"Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!"

Bugün Türkiye'de bu şekilde düşünen birçok insan var. Bu insanlar, böyle düşünmeyen insanların yoğun eleştirisine maruz kalmaktadır. Ancak "Bana ne?!"ci bu zihniyeti eleştirmeden önce bence bu zihniyetin arka planında yatan sebepleri düşünmelidir. Bunun 2 temel sebebi olduğunu düşünüyorum.

Birincisi, "tarafsızlık"ın kamuoyu nezdinde övülürken ve yüceltilirken, "taraf olmanın" aşağılık bir şeymiş gibi görülmesi. Kendi fikrini açıklayıp, karşıt fikri veya eylemi eleştiren kişiye karşı, şu cümlelerin söylendiğini çok duymuşuzdur: "Objektif ol.", "Biraz tarafsız yaklaş!". 
  • Kişinin kendi değerlerine ve yargılarına göre düşünüp bir fikre taraf olması neden kötü bir şeydir? 
  • Neden "tarafsız"lık güzel bir şeydir? 
  • "Tarafsız" olmak ne demektir? 
  • Her konuşana "Sen de haklısın." demek midir "tarafsız" olmak?
Öncelikle, her insanın bu soruları kendine sorması ve kendini sorgulaması gerektiğini düşünüyorum.

"Bana ne?!"ci zihniyetin temelinde yatan ikinci önemli sebep ise, 12 Eylül 1980 ihtilalinin zihinlerde bıraktığı derin etkilerdir. Peki, 12 Eylül 1980'de ne oldu? 12 Eylül 1980'de o tarihten önce düşünen, düşündüğünü söyleyen, söylediğini eyleme döken, kendini "sağcı" veya "solcu" olarak nitelendiren insanların bir kısmı asıldı, bir kısmı hapislere atıldı, bir kısmı fişlendi ve bunun sonucunda o insanlar o günden bugüne, hiçbir zaman yönetimde söz sahibi olamadı, hatta bırakın yönetimde söz sahibi olmayı, fişlendiği için o insanlardan cüzzamlıdan, yılandan kaçar gibi kaçtı diğer insanlar. Öte yandan, 12 Eylül 1980'den önce düşünmeyen, düşünse de dile getirmeyen, getirse de bunu eyleme dökmeyen, kendini "ne sağcıyım, ne solcu" olarak tarif eden o insanlara 12 Eylül 1980'de hiç bir şey olmadı ve o günden bugüne ülkeyi onlar yönetti ve halen onlar yönetmeye devam ediyor. Dolayısıyla tüm bunları gören, yaşayan veya yaşamasa da yaşayanlardan duyan insanların çoğu, "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!" zihniyetine sahip oldu.

Bu 2 sebep derinlemesine incelenip yok edilmedikçe, bu şekilde düşünen insan sayısı gün geçtikçe artmaya devam edecek ve böyle düşünmeyen insanların, böyle düşünen insanlara söz söyleme hakkı da kalmayacaktır. 

Selametle,

15 Mart 2015 Pazar

Bir Atın Hazin Sonu

Can çekişmek nasıl bir duygudur, nasıl bir acıdır bilmiyorum ama bir canlının 3 gün boyunca can çekiştiğini görmenin ve bu durum karşısında hiçbir şey yapamamanın, o canlıya yardımcı olamamanın ne kadar acı bir şey olduğunu biliyorum.


Resimde gördüğünüz bu at bir pazar günü sahibi tarafından buraya, Türkiye'deki Büyükşehirlerden birinin Merkez İlçesinin Merkez Mahallerinden birinin orta yerine terk edildi. Pazartesi günü, ilk gördüğümde halinden hasta olduğu anlaşılıyordu. Hemen yardımcı olmaları için internetten Hayvan Hakları Federasyonunun (HAYTAP) telefon numarasını bulmaya çalıştım, ancak HAYTAP'ın internet sitesinde bulunduğumuz şehirdeki şubesinin telefon numarası yoktu. Sitedeki HAYTAP Merkezinin numarasını aradım fakat hiç kimse telefona bakmadı. O anda telefon numarasının hemen altında yer alan şu ifade dikkatimi çekti: "HAYTAP’ın telefonları özellikle ihbarlar  yoğun bir biçimde çaldığından  ve bizleri arayan hayvan severler maalesef web sitemizde araştırma yapmak yerine çok uzun konuştuğundan ya da HAYTAP’ı ihbar kurumu olarak kullanmak istediğinden telefonlar zaman zaman meşgul çalmakta ya da bakılamamaktadır. Ancak yollayacağınız tüm eposta adresleri dikkatli bir şekilde okunmakta , gerekirse geri dönüş sağlanmaktadır.  İhbarlarınız için yetkili kurumların bölgenizdeki ORMAN SU İŞLERİ MÜDÜRLÜKLERİ olduğunu tekrar anımsatıyoruz." (http://www.haytap.org/index.php/iletisim/haytap-hayvan-haklari-federasyonu)

Bu yazıyı okuduktan sonra hemen şehrimizdeki Orman Su İşleri Müdürlüğünü aradım. Onlar da konuyla ilgili olan birimin Orman Su İşleri Müdürlüğü'ne bağlı olarak çalışan Milli Parklar Müdürlüğü olduğunu söyleyip bana oranın numarasını verdiler. Bu kez Milli Parklar Müdürlüğünü aradım. Onlar ise bana "Şu anda elimizde veteriner yok, o yüzden biz yardımcı olamayız" dediler, çaresiz kapattım. At can çekişmeye devam ediyordu.

Biraz düşündüm kimi arayabilirim diye, belediyeyi aramak geldi aklıma. İlçe belediyesini aradım, durumu anlattım. "Aslında bu bizim işimiz değil Büyükşehir Belediyesinin sorumluluğunda ama ben yine de arkadaşları göndereyim" dedi telefondaki bayan, sevindim, teşekkür ettim ve kapattım. Aradan saatler geçti, akşam oldu, ama at hala orada acılar içinde kıvranmaya devam ediyordu. Mesai bittiği için kurumlarda kimselerin kalmamış olduğunu düşündüğümden çaresizce eve gittim.


Salı sabahı geldiğimde at hala orada harap ve bitap şekilde yatmaya devam ediyordu. Çevredeki esnaftan öğrendiğimize göre belediyeden gelmişler ancak at hala canlı diye, atı almadan geri gitmişler. Kulaklarıma inanamadım, insanlığımdan utandım.

Daha sonra kime haber verebilirim, kimden yardım isteyebilirim diye internette biraz araştırdım. Şehrimizde Büyükşehir Belediyesine bağlı bir Hayvan Bakım Evi olduğunu öğrendim ve hemen aradım. Telefonu açan bayana durumu anlattım. Telefondaki bayan bana "Atın büyükbaş hayvan olduğunu, kendilerinin ise sadece küçükbaş hayvanlarla ilgilendiklerini, zaten atı oradan aldırabilecekleri büyüklükte bir kamyonetlerinin de olmadığını" söyledi. "Ama hayvan çok acı çekiyor, öldü ölecek" dedim, "Yapabileceğimiz bir şey yok beyefendi" dedi. Çaresizce kapattım.

Bu sefer Büyükşehir Belediyesini aradım, durumu anlattım. "Belediyemize bağlı Hayvan Bakım Evi var, konuyla onlar ilgileniyor orayı arayın" dediler. Orayı zaten daha önce aradığımı söyledim ve aramızda geçen konuşmayı anlattım. Telefondaki bayan da bana "Amirlerime durumu ileteceğim" dedi, teşekkür edip kapattım. Akşam oldu, ne gelen oldu, ne de giden! Çaresizce eve gittim.


Çarşamba sabahı gördüğümde, hiç hali kalmamıştı artık. Zar zor nefes alıyordu. Belliydi, son nefeslerini veriyordu. Düşündüm kimi arayabilirim diye, ama artık kimse gelmiyordu aklıma. At göz göre göre ızdırap içinde ölüyordu ve ben hiçbir şey yapamıyordum. Son bir kez aklıma veteriner bir arkadaşım var, onu aramak geldi. Aradım, durumu anlattım. "Şehir dışındayım, geldiğimde bakabilirim ama orada tedavi edemeyiz hayvanı, bir hayvan bakım evi gibi bir yere götürmemiz gerekir" dedi. Haklıydı, ama götüremedik.

Akşam olduğunda ölmüştü artık. 3 günlük yaşam mücadelesini kaybetmişti. 3 gün boyunca onu almaya gelmeyenler, 4. gün perşembe günü öğleden sonra ölüsünü almaya geldiler. Onu oradan almak için ölmesini beklediler.

Son olarak, başta o atı oraya terkeden atın sahibine ve 3 gün boyunca o kadar aramamıza rağmen yardıma gelmeyen sorumlulara "Allah vicdan, merhamet versin.", "Allah sizi ıslah etsin." diyor ve Hz. Ömer'in şu veciz sözünü onlara hatırlatmak istiyorum: "Hz.Muhammed aleyhissalatü vesselamı, hak Peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, Fırat kenarında bir oğlak kaybolsa (yahut bir kurt bir koyunu kapsa) korkarım ki kıyamet gününde onun bile hesabı Ömer'den sorulur!"

Kenar-ı Diclede bir kurt kapsa koyunu,
Gelir de adl-i ilâhi Ömer'den sorar onu!

2 Mart 2015 Pazartesi

Hangi Ülke?

Aşağıda, dünyada gerçekten var olan bir ülke sorulmaktadır. Bu ülkenin hangi ülke olduğunu tahmin etmek, o ülkede yaşayanlar için çok kolay fakat başka ülkelerde yaşayanlar için çok zordur.

  1. Yaklaşık 80 milyonluk bir nüfusa, 700 bin kişilik bir orduya ve 250 bin kişilik bir polis gücüne sahip olup da yaklaşık 7 bin teröristten oluşan bir terör örgütüne boyun eğen ülke hangisdir?
  2. Ülkenin doğu ve güneydoğusunda binlerce kişiyi öldüren bir terör örgütünün elebaşını yakalayıp hapse attıktan yıllarca sonra öldürdüğü o insanların temsilcisi, hatta lideri olarak gören, kabul eden ve muhatap alan ülke hangisidir?
  3. Devlet kavramının 2 temel olgusu olan "adalet" ve "güvenlik" kavramlarından ülkenin doğusunda hiçbirinin olmadığı, ülkenin batısında ise sadece güvenliğin kısmen olduğu ülke hangisidir?
  4. Ülke nüfusunun yarısının, kendi ülkesinin Cumhurbaşkanı'ndan nefret ettiği ülke hangisidir?
  5. Milyonlarca kişinin oyunu alarak Cumhurbaşkanı olan kişinin, oyunu aldığı o kişilerin ana dilini, aynı zamanda Cumhurbaşkanı olduğu o ülkenin resmi dilini aşağıladığı, yetersiz gördüğü ülke hangisidir?
  6. Cumhurbaşkanı'nın dahi ülkesinin anayasasını ve yasalarını ihlal ettiği ülke hangisidir?
  7. İktidar partisinin, iktidar olduğu ülkenin Anayasa Mahkemesi'ne güvenmediği ülke hangisidir?
  8. Dünyanın en gelişmiş 5 kara ordusundan birine sahip olan fakat 10 dönümlük bir araziyi bile koruyamayan ülke hangisidir?
  9. Ülkedeki hemen hemen bütün sektörlerde (Tarım, Hayvancılık, Sanayi vb.) yurtdışından ithal edip satmanın, üretim yapıp satmaktan daha cazip olduğu ülke hangisidir?
  10. Yasal olarak açık yerlerde (alenen) içki içmenin, kapalı yerlerde sigara içmenin yasak olduğu, fakat kumar (şans oyunları) oynamanın ülkenin her yerinde serbest olduğu hatta teşvik edildiği ülke hangisidir?
  11. Ülkenin dini kurumlarının başında olan, din görevlilerin en üst düzey amiri konumundaki kişinin, hırsızlığın, rüşvetin ve yolsuzluğun dindeki yeri hakkında açıklama yapamadığı ülke hangisidir?
  12. İktidar partisinin liderine, partinin milletvekilleri ve üst düzey yöneticileri tarafından kutsiyet hatta ilahlık atfedildiği, fakat ülkedeki hemen hemen her konu hakkında yorum yapan, dini söylemleri çok sık kullanan bu parti liderinin kendisi için söylenen bu şeyler için tek kelime bile konuşmadığı ülke hangisidir?
  13. Bir partinin 10 yıldan daha uzun bir süredir tek başına iktidar olduğu, fakat mevcut durumda ülkede var olan olumsuzluklar için halen muhalefet partilerini suçladığı ülke hangisidir?
  14. Son olarak, tüm bu yukarıda olanlara ve aslında bunlardan çok daha fazlasının olmasına rağmen, 10 yıldan daha uzun bir süredir tek başına iktidar olan partinin yapılacak ilk seçimde yeniden tek başına iktidar olacağına kesin gözüyle bakıldığı ülke hangisidir?
Saygılarımla,

30 Ocak 2015 Cuma

Rejim Totaliterse, Seçim Prosedürdür!

Siyaset biliminde, bir rejimin totaliter sayılabilmesi için sahip olması gereken bazı özellikler vardır. Bu özellikleri şu şekilde sıralayabiliriz:

  1. Lider Kültü: Totaliter rejimlerde lider bir siyasi aktör olarak karizmatik bir kişiliktir. Bu tür rejimlerde lider kültü denilen bir lider miti oluşturularak, dünyevi lidere yanılmayan, her şeyi gören, bilen ve duyan yarı kutsal bir kurtarıcı olma özelliği atfedilir.
  2. Muhalefete Baskı: Totaliter rejimlerde özgürlükler kaldırılmıştır, her türlü aykırı düşünce baskı ve tehditle karşılaşır. Göstermelik yargılamalarda varlığı şüpheli suçlar muhaliflerin üzerine atılır, işkence yaygındır. Hayatta kalabilen muhalifler sürgüne, çalışma veya toplama kamplarına gönderilir. Rejimin sürekli tehdit altında olduğu algısı canlı tutularak muhalefet sindirilmeye çalışıldığı için gündelik hayatta gizli polisler tarafından insanlar takip edilebilir, telefonları hukuka aykırı şekilde dinlenebilir. Rejim ayrıca sıklıkla paramiliter örgütler yoluyla baskı kurar.
  3. Devlet Kurumlarının Dönüştürülmesi: Merkeziyetçi bir devlet etrafında, radikal bir ideolojiyi dayanak alarak örgütlenen sosyo-ekonomik yapının bütün unsurlarını dönüştürmeyi hedefleyen rejimler totaliter rejimler olarak adlandırılmaktadır.
Totaliter rejimlerde seçimler sadece prosedürden ibarettir. Bu seçimlerden muhalefet partilerinin başarıyla çıkmaları imkansızdır. Çünkü totaliter rejimlerde hem medya hem de seçimi yapan, sayan, kayda alan, açıklayan tüm kamu kurumları totaliter iktidarın tahakkümü altındadır, bu nedenle onun istediği seçim sonucu neyse seçimden yaklaşık olarak o sonuç çıkar. Dolayısıyla yapılan seçim meşru değildir, meşru olmayan bir seçime girmek de tamamen anlamsızdır.

Peki totaliter rejimler neden seçim yapar? Bunun 2 önemli sebebi vardır. Birincisi, çıkan seçim sonuçlarıyla muhalefeti aciz göstererek iktidardan memnun olmayanların muhalefete olan inançlarını zayıflatmak ve yok etmek. İkincisi ise, iktidarın dış dünyaya "Bakın ben seçim yapıyorum, dolayısıyla ben iddia edildiği gibi bir totaliter rejim kurmadım, bu ülkede halen demokratik rejim vardır. Halk beni sevdiği ve başarılı gördüğü için beni yeniden başa getirdi, ancak başarısızlığa uğrayan muhalefet partileri bu başarısızlıklarını örtmek için beni totaliterlikle suçlamaktadır." şeklinde bir imaj vererek meşruiyetlerini ispatlama çabası. Bu yüzden, muhalefet partilerinin bu seçime girmesi, totaliter rejimi kuranların ekmeğine yağ sürmekten başka bir işe yaramaz.

Saygılarımla,

30 Ocak 2014 Perşembe

ZULMÜ ALKIŞLAYAMAM!

Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem;
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
Biri ecdadıma saldırdı mı,hatta boğarım!…
- Boğamazsın ki!
- Hiç olmazsa yanımdan kovarım.
Üç buçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam;
Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam.
Doğduğumdan beridir, aşığım istiklale;
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale!
Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum!
Kanayan bir yara gördümmü yanar ta ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim!
Adam aldırma da geç git, diyemem aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!
Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu…
İrticanın şu sizin lehçede ma’nası bu mu?

                                                                          Mehmet Akif ERSOY

22 Ekim 2013 Salı

Hayat Müşterek!

"Hayat müşterek!" ifadesi eşlerin birbirine karşı, özellikle de kadının erkeğe karşı çok sık kullandığı ifadelerden biridir. Müşterek, kelime anlamı itibariyle ortaklaşa, elbirliğiyle yapılan ya da hazırlanan demektir. Cümlenin kastı ise "Hayatı birlikte paylaşıyoruz, bu nedenle her şeyi birlikte yapacağız. Ben ne yapıyorsam sen de yapacaksın."dır. Bir yönüyle komunizmin eşitlik ilkesine benzemektedir. Yani bir toplumdaki bütün insanlar eşittir. Eşit şekilde çalışıp, eşit şekilde harcayacaklardır. Oysa ki dünya böyle değildir.
Dünyadaki hiçbir canlı türü eşit yaratılmamıştır. Yaradan yaratırken, insanları seri üretim yapan bir fabrikadan çıkan ürünler gibi herşeyiyle birebir yaratmamıştır. Bu nedenle nasıl ki bir elin beş parmağının beşi bir değildir, insanlar da aynı şekilde bir değildir. İşte bu nedenle de  İslam'da eşitlik yoktur, adalet vardır.
Herkesin kendine özgü maddi ve manevi özellikleri vardır. Ben dünyaca ünlü futbolcular gibi şut çekemem veya dünyaca ünlü ses sanatçıları gibi şarkı söyleyemem. Her insanın kendi yeteneği ayrıdır. Bu nedenle her insana aynı işi yükleyemezsiniz. Farklı insanların aynı işi aynı düzeyde yapmasını bekleyemezsiniz. Hatta tek yumurta ikizleri dahi fiziksel olarak tıpatıp aynı olmalarına rağmen kendilerine verilen bir işi aynı düzeyde iyi yapamaz. Çünkü fiziksel özellikleri aynı olmasına karşın ruhsal özellikleri birbirinden farklıdır.
İnsan en temel sınıflandırmaya göre kadın ve erkekten oluşur. Esasında bu farklı özellikler kadın ve erkek olmakla başlar. Kadının yapabileceği işler farklıdır, erkeğin yapabileceği işler farklıdır. Çünkü kadın ve erkek yaradılış itibariyle farklı fiziksel ve ruhsal özelliklere sahiptir. Mesela, bir erkeğe ne yaparsanız yapın onun çocuk doğurmasını sağlayamazsınız. Bu nedenle, bir kadın kocasına "Hayat müşterek! İlk çocuğu ben doğurdum, ikinciyi de sen doğuracaksın." diyemez. Nasıl ki bunu diyemez, aynı şekilde bir kadın, kadına özgü işleri erkeğin yapmasını isteyemez, istememelidir. Eşitlik yerine adalet olmalı. Bütün işleri kadın ve erkek birlikte yapmak yerine kadın, kadına özgü işleri yapmalı, erkek de erkeğe özgü işleri yapmalıdır. İşte hayat gerçek anlamda o zaman müşterek olacaktır.  

11 Ekim 2013 Cuma

DEMOKRASİ SÖMÜRÜSÜ

Amerika bazı stratejik sebeplerden ötürü bir şekilde Irak'ı işgal etmek istiyordu. Önce Saddam'ın kimyasal silahlarını bahane etti. Sonra Saddam'ın nükleer silahlarının dünya için tehdit olduğunu söyledi. Daha sonra Saddam'ın kendi halkına zulmediyor dedi. Tüm bu bahaneler yeterli olmayınca son olarak Irak'a DEMOKRASİ getireceğim dedi ve Irak'ı işgal etti.
Uzun zamandır hem dünyada hem de ülkemizde bazı kesimler kendi emellerine ulaşabilmek için "demokrasi"yi kullanmaktadır. Belki de Amerika'nın demokrasi getirme bahanesiyle Irak'ı işgali bir başlangıçtı. Yakın zamanda gerçekleşen "Arap Baharı" diye nitelendirilen, ki bence bir sonbahardır, dönemde birçok Arap ülkesinin halkı DEMOKRASİ hayalleriyle isyan ettirildi ve böylece bu ülkelerde iç savaşlar gerçekleşti, kaos ortamları yaşandı. Halen Suriye'de insanlar DEMOKRASİ şekeriyle kandırılarak birbirlerini öldürmektedir.
Ülkemize baktığımızda ise bu ülkeye 30 yıldan fazla süredir maddi ve manevi birçok kayıplar yaşatan PKK denen örgütün siyasi yapılanmasının kurduğu partilerde ısrarla DEMOKRASİ ismini kullandığı göze çarpmaktadır. Sırasıyla;
  • DEMOKRASİ Partisi veya kısaca DEP, 1991 yılında kurulmuş siyasi parti. Kurucusu Leyla Zana.
  • Halkın DEMOKRASİ Partisi veya kısaca HADEP,  11 Mayıs 1994 yılında kurulmuş siyasi parti. Genel Başkanı Murat Bozlak.
  • DEMOKRATİK Halk Partisi veya kısaca DEHAP,  1997 yılında kurulmuş siyasi parti. Kurucusu Mehmet Abbasoğlu. 2005 yılında kapatıldı.
  • DEMOKRATİK Toplum Partisi (DTP), 9 Kasım 2005 tarihinde kurulmuş siyasi parti. Kurucusu Leyla Zana ve arkadaşları. 11 Aralık 2009 tarihinde kapatıldı.
  • Barış ve DEMOKRASİ Partisi (BDP), Türkiye'de 2008 yılında kurulmuş siyasi parti. Kurucusu Mustafa Ayzit.
  • Halkların DEMOKRATİK Partisi (HDP), 15 Ekim 2012 tarihinde kurulmuş siyasi parti. Kurucusu Sebahat Tuncel.
  • Demokratik Bölgeler Partisi (DBP), Barış ve DEMOKRASİ Partisi'nin 11 Temmuz 2014 tarihinde gerçekleşen 3. Olağan Kongresinde alınan kararla adı değiştirilerek kurulan siyasi partidir. Kongre sonucunda partinin eş genel başkanlığına Emine Ayna ve  Kamuran Yüksek seçilmiştir.
Gördüğünüz gibi terör uzantısı bu siyasi oluşum kurduğu bütün partilerde ortak isim olarak demokrasiyi kullanmıştır.
İktidar partisi son birkaç yıldır yapmaya çalıştığı sonuçları ayrılığa ve bölünmeye yol açacak olan açılımına önce Kürt Açılımı adını vermiş, daha sonra tepkiler üzerine adını "DEMOKRATİK Açılım" olarak değiştirmiştir. Hükümet son yayınladığı, genel itibariyle PKK terör örgütünün taleplerini içeren yasaların olduğu pakete de "DEMOKRASİ Paketi" adını vermiştir. Bunların hepsi için sadece tesadüf diyebilir miyiz? 
Selametle,

2 Ekim 2013 Çarşamba

Üstel Dağılım Hayat

İstatistikte verilerin analizini daha kolay yapabilmek için bu verilerin çeşitli dağılımlara uyduğu kabul edilir. Normal dağılım, Poisson dağılımı, Binom dağılımı vb. Üstel dağılım bu dağılımlardan biridir. Bir olay gerçekleşinceye kadar geçen süre üstel dağılımı gösterir. Üstel dağılımı diğer dağılımlardan ayıran önemli bir özellik vardır: Belleksizlik başka bir değişle unutkanlık özelliği.
 
Bu özelliğe göre, bir durum gerçekleşinceye kadar geçen zamanın bir kısmı gerçekleştikten sonra kalan zamanı hesaplamak için gerçekleşmiş olan zamanı kullanamayız. Örnek vermek gerekirse, bir durakta otobüs beklediğimizi varsayalım. Bu otobüsün gelme süresi normal dağılıma göre ortalama 15 dk olsun. Biz otobüsü bekleyeli 5 dk olduysa ortalama 10 dk içinde otobüsün gelmesini bekleriz. Ancak durum normal dağılımda böyleyken, üstel dağılımda böyle değildir. Otobüsün gelme süresi üstel dağılıma göre ortalama 15 dk olsun. Biz otobüsü bekleyeli 5 dk olduysa, otobüsün gelme süresi üstel dağılıma uyduğu için ortalama 10 dk içinde otobüsün gelmesini bekleyemeyiz. Otobüsün gelme süresi, biz bekleyeli 5 dk olmasına rağmen yine 15 dakikadır. İşte buna belleksizlik özelliği denmektedir. (İspatını merak edenler buraya tıklayarak öğrenebilirler.)
 
Hayat da böyledir biraz. Birine aşık oluruz, ayrılırız, acı çekeriz ve bir daha hiç kimseye aşık olmayacağımızı söyleriz. Ama sonra biri çıkar, sanki o acıları çeken biz değilmişiz gibi tekrardan aşık oluruz. Ya da çok sevdiğimiz bir arkadaşımızdan ayrılır veya çok sevdiğimiz bir yakınımızı kaybederiz ve çok üzülür, bu acının hiç geçmeyeceğini düşünürüz ama belli bir zaman sonra o acılar da geçer, günlük yaşantımıza devam ederiz. Bizi yöneten hükümet yanlış politikalar uygular, yolsuzluk yapar, haksızlık yapar. Bu durumdan rahatsız olur, kızar, söylenir, isyan eder, protestolar yaparız. Sonra biraz zaman geçer, seçim zamanı gelir, yine gider o partiye oy veririz.

Aşık olmak, acı çekmek, birilerini desteklemek, sevmek, sövmek kısacası hayatın kendisi belleksizdir, unutkandır.  Hayat tümüyle üstel dağılıma uymaktadır..

27 Eylül 2013 Cuma

Az Gelişmiş Ülkelerin Azınlıktan Gelen Başkanları

Gelişmiş ülkeler, az gelişmiş veya gelişmemiş ülkeleri kendi idareleri altında tutabilmek için birçok yol geliştirmiştir. Bu yollardan biri de o ülkede azınlıkta bulunan topluluklardan veya kendinden olan birisini o ülkenin başına getirmektir. Bu ülke başkanlarından en göze çarpanları şunlardır:

Askar Akayeviç Akajev; 22 Ekim 1990'dan 24 Mart 2005'deki "Lale Devrimi" adı verilen bir sıra halk haraketi ve devlet darbesi ile görevinden ayrılmasına kadar Kırgızistan'ın devlet başkanıydı. 1989 yılında SSCB Yüksek Sovyeti milletvekili olarak seçildi.  Akayev 12 Ekim 1991 tarihinde tartışmasız olarak Kırgızistan cumhuriyetinin cumhurbaşkanı seçildi. 24 Aralık 1995 ve 29 Ekim 2000 tarihinde, oy sahtekarlığı iddialarına rağmen iki kez seçildi. Kazakistan ve ardından ilk olarak Rusya'ya ailesi ile birlikte kaçarak ülkeyi terk etmiştir. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Rusya'da kalması için Akayev'i davet etti.

Beşşar Hafız el-Esed; Suriye Cumhurbaşkanı ve Suriye Baas Partisi'nin lideridir. Nusayri olduğu bilinmektedir. Suriye nüfusu etnik olarak şu şekildedir: Sünni (% 74), Nusayri (% 12), Hristiyan (% 10), Dürzî (% 3) ve az sayıda diğer Şiî İslami hizipler (İsmailî, Câferî), çok az sayıda da Yahudi ve Yezidi vardır.

Celal Talabani; Kürt siyasetçi, 7 Nisan 2005'ten beri Irak Cumhurbaşkanı. Irak nüfusu etnik olarak şu şekildedir: % 51-54 Şii Arap, % 20-21 Sünni Arap, % 16-20 Kürt, % 8-9 Türkmen, % 3 Hristiyan.

Emil Geamil Lahud; Lübnan eski cumhurbaşkanıdır. Lübnan'ın Katolik bir ailesinin üyesi olan Emil Lahud'un babası Lübnan bağımsızlık savaşının liderlerinden biri olan Cemil Lahud, annesi ise Ermeni asıllı Adrene Bacakyan idi. Lübnan halkının tahminen %59.7'si Müslüman, %39'u Hristiyan, %1.3'ü ise Dürzidir.

Haydar Aliyev;  Sovyetler Birliği'nin yüksek devlet adamı ve Azerbaycan'ın üçüncü cumhurbaşkanıdır. 1941'de Nahçıvan ÖSSC'nin Halk İçişleri Komiserliği, 1944'te ise KGB tarafından görevlendirilmiştir. O zamandan itibaren Sovyet devlet istihbaratı dahilinde farklı vazifelerde çalışan Haydar Aliyev, general rütbesine kadar yükselmiştir. Azerbaycan Komünist Partisi Merkezi Komitesi'nin 1969 Temmuz plenumunda Haydar Aliyev Azerbaycan Komünist Partisi Merkezi Komitesi'nin genel sekreteri seçilerek devletin rehberi olmuştur. 1982 Aralık ayında Sovyet İttifakı Komünist Partisi Merkezi Komitesi Siyasi Bürosu'nun üyesi seçilmiş, SSCB Bakanlar Kurulu başkanının birinci yardımcısı vazifesine yükseltilmiş ve SSCB'nin rehberlerinden biri olmuştur. Haydar Aliyev yirmi yıl süresince SSCB milletvekili olmuş, 5 yıl ise SSCB Bakanlar Kurulu Başkan Yardımcılığı yapmıştır.

İslam Abduğanıyeviç Kerimov; 1990 yılından beri Özbekistan Devlet Başkanıdır. Aslen Tacik olduğu söylenen Kerimov SSCB'ne ait bir yurtta yetişti. 1989'da Özbekistan SSC'inde Komunist Parti'nin Birinci Sekreteri oldu. 24 Mart 1990'da Özbekistan SSCB'inde En Üst Sovyetlerin Başkanı oldu. Bu zaman içinde bütün SSC'nin bagımsızlığı için mücadelede bulundu ve 31 Ağustos 1991'de Özbekistan'nın bağımsızlığını ilan etti.

Mişel Süleyman; Hıristiyan Maruni topluluğundan olan Mişel Süleyman 2008'den beri Lübnan cumhurbaşkanıdır. Halkın tahminen %59.7'si Müslüman, %39'u Hristiyan, %1.3'ü ise Dürzi. Fakat 1932 yılından beri nüfus sayımı yapılmadığından ve halkın dini kimliği sorulmadığından, ve Lübnan İç Savaşından dolayı oluşan göç ve demografik değişiklikten, dolayı Hıristiyanların sayısı hızla azalmıştır ve Müslümanların (özellikle Şiilerin) sayısı hızla artmıştır. Hıristiyanlar hem nüfus ve oran olarak azalmaya devam etmektedir.

Nursultan Äbişulı Nazarbayev; Haziran 1971’de Kazakistan Komünist Partisi'nin Temirtaw (Demirdağ) şubesinin parti başkanının 2. yardımcısı oldu. Ekim 1973'te Karagandı Metalurji İşletmesi başkan yardımcısı, Mart 1977'de Kazakistan Komünist Partisi Karaganda Şubesi başkan yardımcısı, Aralık 1979'da Kazakistan Komünist Partisi başkan yardımcısı, Mart 1984'de KSSC Bakanlar Kurulu başkanı, Haziran 1989'da Kazakistan Komünist Partisi başkanının 1. yardımcısı oldu. Haziran 1989'da Kazakistan Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin birinci sekreterliğine seçildi. 24 Nisan 1990 Kazak SSC Yüksek Sovyeti Nazarbayev’i Kazakistan’ın ilk cumhurbaşkanı olarak seçti.

Recep Tayyip Erdoğan; Türkiye Cumhuriyeti'nin 2003 yılından beri başbakanıdır. Gürcü asıllı olduğu bilinmektedir. "Türk'üm" demekten her fırsatta kaçınmış ve Türk milliyetçiliğine açıkça karşı olduğunu dile getirmiştir. Bu nedenle Türkiyelilik kavramını ortaya atmıştır. Türkiye Anayasası'nın 66. maddesi, "Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan" herkesi, bir "Türk" olarak tanımlar. Türkiye nüfusunun büyük kısmının etnik kökeni Türk'tür. CIA World Factbook'a göre bu rakam %70–75 arasında değişir. Ülkedeki Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler, resmi olarak tanınan azınlıklardır (Ülkenin çoğunluğunu oluşturan Müslümanlar Lozan Antlaşması'nda tek bir etnik-dini grup olarak kabul edildi). Abazalar, Arnavutlar, Araplar, Boşnaklar, Çerkezler, Çingeneler, Gürcüler, Hemşinliler, Lazlar, Pomaklar ve Süryaniler, Türkiye'de yaşayan etnik gruplardan bazılarıdır.

Saparmurat Atayeviç Türkmenbaşı; 1991-2006 yılları arasındaki 15 yıl boyunca Türkmenistan Cumhurbaşkanlığı görevinde bulundu. Komünist Parti üyesi oldu. 1985 yılında Türkmenistan Milletvekilleri Konseyi Başkanlığı'na atandı. Daha sonra Türkmen Komünist Partisi'nin Merkez Komite I. Sekreterliği'ne seçildi. 13 Ocak 1990 tarihinde Cumhuriyetin yüksek yargı organı olan Yüksek Sovyet başkanlığına atandı. 27 Ekim 1990 günü yapılan seçimlerde Türkmen Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'nin ilk Cumhurbaşkanlığına seçildi. 27 Ekim 1991'da Türkmenistan Sovyetler Birliği'nden bağımsızlığını ilan ettikten sonra cumhurbaşkanlığı görevine devam etti.

Yukarıdaki bilgilere dikkat ettiğimiz zaman bu ülkelerin azınlığını oluşturan topluluktan bir kişinin yıllarca bu ülkeleri yönettiğini görüyoruz. Bu neden böyle olmaktadır?

26 Eylül 2013 Perşembe

DİN VE DUYGU SÖMÜRÜSÜ

Tarih boyunca başta devlet yöneticileri olmak üzere birçok insan diğer insanları etkileyebilmek ve kolayca yönetebilmek için dini kullanmıştır ve halen de kullanmaktadır. "Din toplumların afyonudur." der Das Kapital'in yazarı ünlü komünist yazar Karl Marx. Ben Karl Marx'ın bu söylemine katılmıyorum. Burada şunu düşünmek lazım "Acaba afyon olan din midir yoksa dini kullanmaya çalışanlar mı?".
İnsanları kendi menfaatleri doğrultusunda etkileyebilmek için sadece dini değil, duyguları da kullanmaktadır insanoğlu. Pazarlamada bununla çok sık karşılaşırız. Mesela, bir GSM operatörü Türkiye'de yıllardır reklamlarında küçük yaştaki çocukları kullanmaktadır. Bir bebek bezi veya bir mama reklamında küçük çocukların oynatılması anlamlı olabilir ama bir GSM operatörünün çocuklarla ne alakası var?! Çocukları sevmek, onlara sempati duymak, onları sevecen bulmak ve şefkat duymak mıdır kötü olan yoksa insanların çocuklara karşı olan duygularını bilerek bu çocukları reklamlarına alet etmek mi?
Bir başka örnek ise dünyaca ünlü bir içecek markası "Hayatta mutlu olabilmek için tam bir milyon neden bulabilirsiniz" sloganıyla bimilyonneden diye bir reklam filmi oynattı. Yani o içecek firmasının içeceğin tadının güzel olmasını ya da içince insanı serinletmesi gibi etkileri olduğunu anlatan bir reklamını normal karşılayabilirim ama benim hayatta mutlu olmam için bir milyon nedene sahip olmam bu firmayı neden ilgilendiriyor?! 
Ramazan yaklaştığında da şunu sıkça görürüz. Birçok firma ramazanın dini ve duygusal havasını kendileriyle bütünleştirmeye çalışan reklamlar yayınlar. İşte bunların tamamı dinin ve duyguların kullanılarak insanları kolayca etkileme çabasıdır. Peki bu nedenle din ve duygular mıdır kötü olan yoksa kendi menfaatleri gereğince onları kullananların niyeti mi? 
İktidar partisinin başkanı Sayın Erdoğan, Davos'ta İsrail başkanına "Siz öldürmeyi iyi bilirsiniz." dedi. Çünkü biliyor ki dünyada hiçbir insan bir insanın haksız yere öldürülmesine razı olmaz. Ama sonra gitti Güney sınırımızdaki mayınların temizlenmesi ihalesindei ihaleyi İsrailli bir şirkete vermeye çalıştı üzerine de "Paranın dini imanı olmaz." dedi. Başbakan böyle yaptı diye biz dinden mi soğumalıyız? Kürt açılımına destek bulabilmek için yine insanların duygularını kullanmak istedi ve "Analar ağlamasın." dedi çünkü biliyor ki dünyada bütün insanların en sevdiği varlıkları anneleridir. Başbakan böyle yaptı diye analarımızı sevmekten mi vazgeçeceğiz? Anayasayla ilgili referandum olacağı zaman ülkücülerin desteğini almak için çocuk yaşta asılan bir ülkücünün mektubunu meclis kürsüsünden ağlayarak okudu. Şimdi Başbakan bunu yaptı diye bir çocuğun asılmasından dolayı üzüntü duymayacak mıyız?
Sonuç olarak ne dindir kötü olan ne de duygular, kötü olan şey bu iki güzel şeyi insanların kendi menfaatleri gereği kullanmaya çalışmasıdır.
Selametle,

19 Eylül 2013 Perşembe

İçki Zararlı Kumar Yararlı(!)

Bu ülkede her geçen gün bir yasakla daha karşı karşıya kalıyoruz. Her geçen gün biraz daha haklarımız elimizden alınıyor, haksızlığa uğruyoruz. Maalesef işin daha acı verici olan kısmı bu yasakları koyan zihniyet bu yaptıklarının çoğunun yapma sebebini dine dayandırıyor ve işin en acı veren yanı ise insanların buna inanması. İşte tam bu noktada şunu hatırlatmak istiyorum:

2002 yılında Devlet'in resmi kurumlarından Spor Toto Teşkilatı "iddaa" adlı yeni bir oyunu Türk halkına sundu. Spor Toto Teşkilatı'nın resmi oyunu olan iddaa, yerli ve yabancı liglerdeki futbol karşılaşmalarının kesin maç sonucunu, ilk yarı ile birlikte maçın kesin sonucunu, maçın skorunu ve toplam gol sayısının 2 ve altında mı yoksa 3 ve üstünde mi olduğunu tahmin etmek suretiyle oynanan bir oyundur. Yani bildiğimiz bahis, yani bildiğimiz KUMARdır. Yani 2002'den bu yana ve halen devlet resmen kumar oynatmaktadır.

Bilindiği gibi kumar hem dinen yasak hem de Türk kültürüne göre hoş karşılanmayan, ayıplanan bir şeydir. Kumarla ilgili şu ayetleri hatırlatmak isterim:

"Ey iman edenler, içki, kumar, putlar ve fal okları ancak şeytanın işlerinden birer pisliktir. Onun için siz bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz." (el-Maide, 90)

"Şeytan, içki ve kumarla, ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçiyor musunuz?" (el-Maide, 91)

Gazetelerde, televizyonlarda, reklam panolarında içki ve sigara reklamlarının gösterilmesi yasak iken "iddaa"nın yani kumarın reklamı her türlü ortamda aleni şekilde yapılabilmektedir. "Dindar bir nesil yetiştirme" iddiasında olan hükümet kumarbaz bir nesil yetiştirmektedir. Lise ve üniversite gençliği dersten çok iddaa kuponlarını nasıl tutturabileceğine çalışmakta, derslerden çok maçları takip etmektedir.

İçki dinen haram, sigara dinen mekruh olduğuna göre içkiye ve sigaraya uygulanan yasaklar neden en az içki kadar haram olan "iddaa"ya yani kumara uygulanmamakta, hatta aksine yaygınlaşması için neden her türlü şey yapılmaktadır?!!

16 Eylül 2012 Pazar

Olamaz mı!

Söylemesi ne kadar kolay olsa da içerdiği anlamı ve etkisi bir o kadar derin olan kelime "Olamaz!". Bazen "korkuyorum yapamam" diyememenin, bazen ise "istemiyorum ama bunu açıkça söyleyemiyorum" demenin türkçesi.

Gerçekte düşündüğünüzde "olamaz, imkansız" diye tabir edilecek şeyler insanoğlu için çok azdır. Kimin söylediği hakkında çeşitli rivayetleri olsa da içerdiği anlam itibariyle şu cümle etkileyicidir: "Zoru hemen yaparız, imkansız biraz zaman alır." Sebepler dünyasında bazı şeyleri yapmak elbette imkansızdır ancak bu cümledeki imkansızdan kasıt insanların yapmaya cesaret edemedikleri için imkansız diye nitelendirdikleri şeyler içindir. İnsan azmettiği takdirde, eğer Allah izin verirse, yapmak istediği şeyi er ya da geç yapabilir.

Bu konuda, bundan 8 yıl önce 2004 yılında, K.Maraş'ta gezerken bir reklam panosunda gördüğüm, bir spor ayakkabı markasına ait olan şu cümlelerin çok doğru olduğunu ve üzerinde düşünülmesi gereken cümleler olduğunu düşünüyorum:

İmkansız,
Bu dünyayı değiştirebilecek gücü içlerinde keşfetmek yerine,
kendilerine sunulan bu dünyada yaşamayı daha kolay bulan,
küçük insanların ortaya attığı büyük bir kelimedir.
İmkansız bir gerçeklik değil, bir görüştür.
İmkansız iddia değil meydan okumadır.
İmkansız potansiyeldir.
İmkansız geçicidir.
İmkansız yoktur.

13 Eylül 2012 Perşembe

Korkma!

Her canlı gibi insanoğlu da korkar bir şeylerden, görünen veya görünmeyen, var olan veya var olduğu sanılan bazı şeylerden.

Psikoloji biliminde klasik bir söylem vardır: "İnsan tanımadığı, bilmediği şeyden korkar". Korku sadece bundan ibaret değildir ama bu düşünce de doğrudur elbette. Çünkü insan tanımadığı birine yeterince güvenemez. Dolayısıyla ondan kendisine maddi veya manevi bir tehlike gelip gelmeyeceğini bilmediği için ondan korkar. Peki bundan dolayı tanımadığımız, bilmediğimiz herşeyden ve herkesten kaçmamız mı gerekir? Belki de gelebilecek tehlikenin riskini belli oranda göze alıp cesaret ederek karşımazdaki şeyi bilmeye veya karşımazdaki kişiyi tanımaya çalışmalıyız. Sanırım o zaman "korku"nun bu türünü yenebiliriz. 

Bunun dışında insan tanıdığı, bildiği şeylerden de korkabilir. Çünkü geçmişte cesaret ederek bir şeyleri tecrübe etmiş ve bu tecrübeleri onun üzerinde kötü etkiler bırakmıştır. Bir çocuğun sıcaktan korkmadan gidip sobaya dokunması, sonrasında ise eli yandığı için bir daha ömrü boyunca hiçbir zaman sobaya dokunmaya çalışmaması hatta bunu aklından bile geçirememesi gibi.. Evet, bazen insanoğlu o kadar acı tecrübeler edinir ki hayatta; değil sobaya dokunmak sobanın adını bile duymak istemez bir daha. Atalarımızın da dediği gibi sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yiyor bir noktadan sonra artık. Peki sütten ağzımız yandığı için bir daha hayatımız boyunca yoğurt yemememiz ya da bütün sütlerin sıcak olduğunu düşünmemiz ne kadar doğru olur?

Bir korku türü daha var ki bu diğerlerinden biraz daha farklı: sevgiden kaynaklanan korku. Şöyle ki; Allah'tan korkarız, O'nun koyduğu kuralları çiğnemekten korkarız çünkü O'nun rızası bir müslüman için herşeyden üsttedir, çünkü cennete girmek isteriz ve cehenneme girmekten korkarız. Efendimiz (S.A.V)'e layık bir ümmet olamamaktan korkarız çünkü mahşerde O'ndan şefaat istediğimizde hangi yüzle isteyeceğimizi düşünürüz. Annemizden, babamızdan korkarız çünkü bizi büyütüp besleyen, üzerimizde birçok hakkı olan o insanları utandırmak, gücendirmek, üzmek ve kırmak istemeyiz. Arkadaşlarımızı, dostlarımızı, kardeşlerimizi kırmaktan korkarız çünkü hayatımızın kötü anlarında bizleri teselli etmiş, güzel anlarında mutluluğumuzu paylaşmışlardır. Son olarak, bizim için bir zamanlar herhangi biriyken bir gün hayatımıza girip hayatımızı tamamen değiştiren o "özel" insanı üzmekten korkarız. Peki Allah korkusundan kurtulmak için O'nun varlığını, ayetlerini, cennetini, cehennemini inkar etmek  ya da Efendimiz (S.A.V)'e karşı duyduğumuz korkudan dolayı O'nun hadislerini ve sünnetlerini inkar etmek veya annemizi, babamızı, arkadaşlarımızı, dostlarımızı, kardeşlerimizi ve o "özel" insanı üzmekten, kırmaktan, hayal kırıklığına uğratmaktan korktuğumuz için onlardan kaçıp uzaklaşmak veya onları bizden uzaklaştıracak şeyler yapmak ne kadar doğru olur?

Evet insanoğlu bazen korkmakta haklı olabilir. Lakin çoğu zaman o korkudan kurtularak cesur olabilmelidir insan. Çünkü korkarak bazı şeyleri yapmaktan kaçındığınız zaman o şeyin olumsuz şeylerinden kaçınmış olacaksınız belki ama, eğer onu yapmanız size birşeyleri kazandıracaksa, siz korkup da onu yapmadığınız için o kazanca ulaşma ihtimaliniz tamamen sıfırlanmış olacak. İnsan bir şeyleri kazanmak istiyorsa risk alabilmeli doğrusu, cesur olabilmeli ve korkularıyla yüzleşebilmelidir. 

İnsanlık tarihi de bize göstermiştir ki: Korkaklar her zaman kaybetmiş, cesurlar daima kazanmıştır. İşte tüm bunlardan dolayı; "Korkma, korkma!"

22 Temmuz 2012 Pazar

Dürüst Olmak

Dürüst olmak bir insanda olması gereken önemli erdemlerden biridir. Herkes karşısındakinin kendisine karşı dürüst olmasını ister. Her ne kadar insanlar bunu istese de, insanlara karşı tamamen dürüst olduğunuzda sonuç her zaman olumlu olmuyor. Tahmin edilenin ötesinde olumsuz olabiliyor. Burada tamamen dürüst olmaktan kastım "patavatsızlık" yaparak karşıdakine karşı saygısızlık yapmak değil. Normal bir konuda karşıdakini kırmaktan sakınarak sadece doğruyu söylemek.
Özel sektörde işe alımlarda insan kaynaklarının genelde sorduğu sorulardan biri şudur: "Bize 3 tane sevdiğiniz, 3 tane de sevmediğiniz özelliğinizi söyleyebilir misiniz?" Soru aslına bakarsanız saçma ama asıl dikkat çekmek istediğim konu o değil.
Ben bu soruya cevap verirken sevdiğim özelliklerim için de, sevmediğim özelliklerim için de dürüst olmayı söyledim. Sevdiğim bir özelliğimdi çünkü dürüstlük çok önemli bir erdem, müslümanla münafığı birbirinden ayıran en temel özellik bu nedenle de her müslümanda, her insanda olması gereken bir özellik. 
Peki neden sevmediğim bir özelliğimdi? Çünkü insanlara karşı tamamen dürüst olduğunuzda, insanlar bunu kaldıramıyorlar. Size karşı soğuk davranmaya başlıyor, sizden uzaklaşmaya başlıyor ve hatta sizinle olan ilişkilerini tamamen kesebiliyorlar. Sanırım insanlar sizden aslında dürüst olmanızı, her gerçeği söylemenizi istemiyorlar. İstedikleri şey, "ne duymak istiyorlarsa onu söylemeniz". Bunu yapmadığınız zaman ise sonuçlar pek iyi olmuyor. İşte bu yüzden bu özelliğimi sevmiyorum çünkü sevdiğim bir çok insanı dürüst olduğum için kendimden uzaklaştırdım ya da tamamen kaybettim.
Buna rağmen aynı hatayı (!) yapmaya devam ediyorum ve hala insanlara karşı dürüst oluyor, maalesef onları kaybetmeye devam ediyorum...


18 Temmuz 2012 Çarşamba

"SEVMEK"

Sevmek nedir?

Sevdiğin için yeri geldiğinde her türlü fedakarlığı yapabilmek midir?
 
Ondan korktuğun için veya onu kırmamak için değil sadece onu sevdiğin için ona karşı sadık olabilmek midir?

Sevdiğinin uğruna ölebilmek ya da bu hayatta sadece onun için yaşayabilmek midir?

Ahde vefa göstermek, sevdiğine karşı tüm çıplaklığınla tamamen dürüst ve yalansız olabilmek midir?

Sevdiğini gördüğünde kalp atışlarının aniden hızlanması, heyecanının doruk noktaya çıkması mıdır?

Sevdiğini dünyanın en güzel, en iyi ve en mükemmel insanı olarak görmek, düşünmek, hissetmek ve buna tüm içtenliğiyle inanmak mıdır?

Sevdiğinin elini tutup gözlerinde kaybolmak, dudaklarında bambaşka hülyalara dalarak bedeninle ve ruhunla onunla bir ve tek olabilmek midir? 

Sevmek, bunların hepsini hatta daha fazlasını kapsayan, anlatılması kelimelerle mümkün olmayan, sadece yaşanarak anlaşılabilecek bütünleşmiş bir duygu yoğunluğu mudur?

Yoksa,

Fedakarlık yapmanın enayilik olarak algılandığı,

Çapkınlığın marifet, sadakatın bir insana karşı duyulan patolojik bir takıntı sayıldığı,

Vefanın sadece yaşlıların geçmişe duydukları özlemden dolayı yaşamaya ve yaşatmaya çalıştığı çağdışı bir saçmalık olarak görüldüğü,

Milletin içindeki en yalancı insanların el üstünde tutularak başlara tac edildiği,

Bir insana karşı duyulan hislerden dolayı oluşan heyecanın çocuksuluk ve zayıflık olarak kabul edildiği,

İltifatın gerçekten hissedilerek değil de sırf bir şeyleri elde edebilmek için yapmacık ve samimiyetsiz bir şekilde kullanıldığı,

Sevmenin sadece ve sadece cinselliğe indirgendiği bir dünyada,

Sevmek yalnızca hayallerde var olan masalsı soyut bir kavram ya da gerçek dünyada insanların birbirine karşı söylediği koca bir yalan mıdır?

Sevmek nedir?..

16 Temmuz 2012 Pazartesi

13 Temmuz 2012 Cuma

EĞER

EĞER
Eğer, bütün etrafındakiler panik içine düştüğü
ve bunun sebebini senden bildikleri zaman
sen başını dik tutabilir ve sağduyunu kaybetmezsen;

Eğer sana kimse güvenmezken sen kendine güvenebilir
ve onların güvenmemesini de haklı görebilirsen;

Eğer beklemesini bilir ve beklemekten yorulmazsan
veya hakkında yalan söylenir de sen yalanla iş görmezsen,
ya da senden nefret edilir de kendini sen nefrete kaptırmazsan,
bütün bunlarla beraber ne çok iyi ne de çok akıllı görünmezsen;

Eğer hayal edebilir de hayallerinin esiri olmazsan,

Eğer düşünebilip de düşüncelerini amaç edinebilirsen,

Eğer zafer ve yenilgi ile karşılaşır
ve bu iki hokkabaza aynı şekilde davranabilirsen;

Eğer ağzından çıkan bir gerçeğin bazı alçaklar tarafından
ahmaklara tuzak kurmak için eğilip bükülmesine katlanabilir,
ya da ömrünü verdiğin şeylerin bir gün başına yıkıldığını görür
ve eğilip kırık dökük aletlerle onu yeniden yapmaya çalışabilirsen;

Eğer bütün kazancını bir yığın yapabilir
ve yazı-tura oyununda kaybetmeye tahammül edebilirsen;
ve kaybedip yeniden başlayabilir
ve kaybın hakkında bir kerecik olsun bir şey söylemezsen;

Eğer kalp, sinir ve kasların eskidikten çok sonra bile
işine yaramaya zorlayabilirsen
ve kendinde 'dayan' diyen bir iradeden
başka bir güç kalmadığı zaman dayanabilirsen;

Eğer kalabalıklarda konuşup onurunu koruyabilirsen,
ya da krallarla gezip halktan biri olabilirsen;

Eğer ne düşmanların ne de sevgili dostların seni incitemezse;

Eğer aşırıya kaçmadan bütün insanları sevebilirsen;

Eğer bir daha dönmeyecek olan şu dakikanın
altmış saniyesini koşarak doldurabilirsen;

Dünya üstüyle ve altıyla senindir

Ve onun da ötesinde

sen İNSAN sayılırsın oğlum...

 Rudyard Kipling

Gerçek

Yağmur ıslattığı kadar yağmur,
Ateş de yaktığı kadar ateş,
Acı çektirdiği kadar gerçek,
Hayat ne yağmurdur, ne de ateş,
Hayat ne kadar gerçek…

Dostluk ve Aşk

Dostluk ve aşk iki kaybolmuş değer,
Hayat ne güzel olurdu, bunlar olsaydı eğer…